İspanya Gezisi

* Barselona'nın İstiklal Caddesi La Rambla. Katalunya Meydanı’ndan Eski Limana doğru giden caddenin yarı yolunda, bizim Balık Pazarı’nı andıran bir meyve sebze pazarı var: Mercat de La Boqueria. Doğanın ve insanın her rengini görebilirsiniz bu pazarda. Çeşit çeşit meyve, et, peynir ve deniz ürünleri sergileniyor tezgahlarda. Ayaküstü atıştırabileceğiniz yerler de var ama her zaman tıklım tıklım dolu.

İspanya Gezisi 

* Daha önce Madrid'e birkaç kez gitmiş ve çok sevmiştim. Yine çok sevdim. Önceki seyahatlerimde, Arda Turan henüz Atletico Madrid'e transfer olmamıştı. Bu gidişimde de Madrid’de yoktu kendileri, malumunuz o şimdi(lik) Barselona takımının oyuncusu. 

* Şehirde tarihi yapıların önemli bir kısmı korunmuş ve çok bakımlı. Bir de çok ağaç var. Sanki onca ağaç ve park yetmiyormuş gibi, şehrin göbeğindeki Retiro parkı, bu güzel şehri iyice yaşanır kılıyor. 

* Fiyatlar bir Avrupa başkenti için makul denilebilir. Londra ya da Paris ile kıyaslandığında ucuz bile sayılır. 

* Turizm coşmuş durumda. Dünyanın her yerinden binlerce turist var. Bir rehber ve eski acenteci olarak, bunca çeşitliliği ve kaliteli grupları gördükçe içim cız etti.

* Lokantada, sokakta, müzede ya da bir hediyelik eşya satan dükkânda, Türk olduğumu duyan hiç kimse bana Arda Turan'la ilgili bir şey söylemeye kalkmadı. 

* Dükkanların vitrinlerinde 1 ya da 1000 Avro’luk ürünlere rastlamak mümkün. Ürün fiyatları ne olursa olsun vitrinin kendisi sanki bir enstalasyon; gerçek bir sanat eseri. 

* Her şeye elbette turizmci gözüyle bakıyorum, hediyelik eşya dükkanlarının ve içinde satılan ürünlerin çeşitliliği kıskandıracak kadar zengin. 

* Gittiğim şehirlerden kurşun kalem, kar küresi, magnet gibi turistik şeyler almayı çok severim. Madrid'de de çok sayıda dükkâna, ama biraz korkarak girdim. Ya Arda Turan'ın minyatür heykeli satılıyor olsaydı ve ben de bunları görseydim!!! 

* Tripadvisor'un 5 yıldız verdiği mahalle arası bir tavukçuda suyuna bana bana hormonsuz kızarmış tavuk yedik. İşte o an "bahtiyar" oldum. 

* Prado Müzesi’nde Velazquez'i selamladık elbette. 

* Reina Sofia'ya sadece Picasso'nun eserlerini görmeye gittik… 

* Toledo çok güzel elbette… Ama o turistler yok mu, işte onlar çok can sıkıcı, her yerdeler ve binlerceler. Fransızca konuşuyorlar, İtalyanca konuşuyorlar, Amerikanca ve İngilizce konuşuyorlar. Bunca güzel ve bunca çeşitli ülkeden gelmiş turist görmek ülkem ve meslektaşlarım adına üzdü beni. Bizden başka bir kaç Türk turiste de rastladık. 

* Madrid'ten ayrılacağımız sabah taksicilerin greve gittiğini öğrendik. Kaldığımız otelin resepsiyon görevlisi havaalanı transferi yapan otobüs/araç firmalarını aradı ama hiçbirinde yer yoktu. Metro otele çok yakın bir noktada olduğu için havaalanına en kolay metro ile gideceğimizi öğrendik. Hiçbir sıkıntı çekmeden iki aktarmayla 35 dakikada vardık. 

* Kısa ve rahat bir uçuşla Barselona'ya geldik. Havaalanından otelimize otobüsle ulaşmamız 15 dakikamızı aldı. İyi ki, taksiler grevde, böylece ulaşımımız çok ucuza geldi. 

*Barselona'nın Madrid'ten hemen anlaşılır ilk farkı, halkın İngilizce konuşmaktan kaçınmaması. Madrid'te zaman zaman sadece İspanyolca menü vererek benim İspanyolca bilgimi sınadıkları oldu. 

* Ünlü Türk kabadayısı, pardon futbolcusu Arda Turan'ın milli takımla birlikte kampta olması Arda'dan yoksunluk bakımından, Madrid ile Barselona'yı birbirine eşitlediği günlerde Barselona'yı gezmek keyifliydi doğrusu. 

* Gaudi'nin ünlü eseri, La Sagrada Familia için önceden bilet aldığımız için içeri girmek sorun olmadı. Kişisel kanımca, dini mimaride doruk; Ayasofya ile başlar, Selimiye ile taçlanır ve La Sagrada Familia ile sonlanır. 2000 yılın en güzel en önemli üç eseri bunlar bence. 

* La Sagra'da Familia Kilisesi’ni de daha önceden görmüştüm ama arada görmediğim 10 yıl içinde bayağı ciddi ilerleme sağlanmış. 

* La Sagrada Familia için de çok duygulandım, çok üzüldüm… abartmıyorum canım yandı. Turizme, çeşitli kademelerde; transfer memurluğundan, rehberliğe ve 25 yıl kadar da acenta sahibi olarak hizmet ettim. Ülkemde bu kadar kötü bir turizm dönemi görmedim ama İspanya kıskandıracak kadar dolu. Tıpkı eskiden Ayasofya'da da olduğu gibi, La Sagrada Familia Kilisesi’nin her köşesinde rehberler, kulağımın aşina olduğu en az 10 farklı lisanda anlatım yapıyorlardı. Birbirine çarpmadan dolaşmanın imkansız olduğu ama herkesin birbirine saygıyla öncelik verdiği harika bir kalabalık eşliğinde gezdik kiliseyi. 

* Figüeres'e, Dali'nin doğduğu ve müzesinin olduğu şehre de gittik elbette. Gençlik yıllarımda Göreme kiliselerini anlatmak için hep Fransızca rehber arkadaşların uzun uzun anlatımlarının sona ermesini beklerdik. Figüeres'teki Fransız grubun rehberi beni o yıllara götürdü. Bekle ki meslektaşımızın anlatacakları bitsin! 

* Girona harika bir Orta Çağ şehri. Daracık sokakları, kiliseleri, merdivenleri ve antikacıları ile görülmeye değer bir yer. Zaten Figüeres'e gidiyorsanız yolunuzun üstü. Şekerlemeleri de çok ünlü. 

* Barselona sürekli canlı bir şehir; hep bir yerde bir şeyler oluyor. Sergiler, etkinlikler, konferanslar var her yerde. Ayrıca o tarihte büyük bir tıp kongresi de vardı. 

* Bu sene Türkiye'ye kaç tane turistik gemi geldi bilmiyorum ama Barselona'da her liman yakınından geçtiğimde, kaç gemi var görmeye çalıştım. En az saydığım, günde altı tane gemi vardı. 

* Havaların ısınması ile birlikte Barselona, azıcık örtünmekle yetinen kadınların istilasına uğradı sanki. O kadar çıplaklık olmasına rağmen pek de insanlar bakmıyor doğrusu. Olması gerektiği gibi…

* Barselona'daki Picasso müzesi harika, mutlaka gezilmeli. Doğrusunu söylemek gerekirse, bunca gevezeliği Picasso ve ünlü eseri Guernica'nın aklıma getirdiği bir anıya anlatmadan önce biraz altlık olsun diye yaptım. 

* Şehirler benim için, insanları, kitapçıları, sahafları, doğal güzellikleri ve tarihi eserleri kadar kokularıyla da var olurlar. Misal New York “When Harry Met Sally” filminde Meg Ryan’ın orgazm taklidi yaptığı şarküteri dükkanı “Katz Delicatessen” gibi kokar. San Fransisco’nun kokusu ise Pasifik Okyanusu ile Muir Ormanları’ndan gelen ilahi Sekoya ağaçlarının eşsiz bir karışımıdır. İnanmayan Sausalito’da sahilde oturup bir kahve içip, derin ferahlığı içine çeksin. 

* Madrid ise, Retiro Parkı’nın tam ortasındaki gül bahçesinden alır kokusunu, biraz da Yahya Kemal’den… 

* Barselona, Barselona gibi kokar. Banyodan yeni çıkmış Penolope Cruz tadı vardır havasında; davetkâr, ele avuca sığmaz ve çılgın. Her sokakta duyumsarsınız bu kokuyu ama en çok Gaudi’nin yapıtları önünde; Güell Bahçelerinde, Casa Battlio’da hatta dalgalı bir denizi andıran La Pedrara, Passeig de Gracia caddesi boyunca etkisi altına alır insanı. 

* İnsan kaçınılmaz bir zorunluluk gibi, gittiği yeni bir ülkeyi kendi ülkesi ile ya da gittiği yeni bir şehri kendi yaşadığı şehirle karşılaştırır. Biz de sosyal psikologları haksız çıkartmamak adına gerekli karşılaştırmaları yaptık arkadaşlarla. İç savaş, Franco faşizmi ve baskıcı Katolik dini, uzun yıllar, ta 1970'lerin ortasına kadar  ezmiş bu ülkeyi. Kadınların eve kapatılıp sosyal hayatın neredeyse tamamından silindiği bir toplumdan, hatta kocasının izni olmadan seyahat bile edemediği bir toplumdan son derece modern bir topluma doğru dönüşmeleri çok da uzun sürmemiş. Her türlü övgüyü hak ediyorlar elbette. Oysa biz aynı dönemleri geriye doğru giderek kat etmişiz. Bu çok üzücü. 

* Uzun boylu bir tartışmaya girme niyetinde değilim, nihayetinde bu bir gezi yazısı ama Osmanlı ile Batının emperyal ülkelerinin tarihini karşılaştırmazsak, Madrid’teki, Barselona’daki ve diğer Avrupa ülkelerindeki görkemli yapıları anlamamız olanaksızlaşır. Osmanlı, fethettiği ülkeleri haraca, vergiye bağlarken, oranın zenginliklerini kendi başkentine getirmeye çalışmaz. Oysa Batının emperyal devletleri, fethettiği ülkelerin bir yandan kanını emerken diğer yandan da zenginliklerini kendi başkentlerine getirmekten geri durmazlar. Dolayısıyla, hayranlıkla gezdiğimiz yapıların arkasında kan, göz yaşı ve tarifsiz acılar saklıdır. Tabi bir de İslam’ın  heykel ve resmi yasaklamış olması, Osmanlı müzeciliğinin Batıya karşı nasıl yenik düştüğünü açıklıyor. Neyse ki Osman Hamdi Bey yetişmiş bu topraklarda. 

* Deniz Emin Tüfekçi ağabeyimin, ki kendisi turizmin duayenlerinden olup bana ilk turumu vermiş, kişisel tarihim açısından çok önemli bir şahsiyettir, Facebook’ta bir yazısında Türk turizminin toparlanabilmesi için on yıl geçmesi gerektiğinden bahsetmişti. Üstelik hiçbir yeni olumsuz gelişmenin olmadığı, güvenli bir ülke olduğumuz taktirde. Belki İstanbul on yıl içinde tekrar eski günlerine, çok renkli çok çeşitli turistleri ağırladığı günlerine ulaşır. Ancak gördüğüm Madrid ve Barselona çoktan bize yirmi beş yıl fark atmış durumda ve ara kapanır gibi de görünmüyor.

* Anlatacak çok şey var daha ama ben gittikçe esas yazmak isteğim şeyden uzaklaşıyorum. Neyse canım ona da sıra gelir elbette... 

* Zamanınız sınırlıysa bir şehri gezmenin en kolay yolu olarak size, "Hop On Hop Off" adı verilen üst katı açık iki katlı otobüslerle yapılan turları öneririm. Şehrin tamamını bir kaç değişik hat kullanarak gezebiliyorsunuz. Tüm turistik ve tarihi yerlerde duruyor, istediğiniz yeri gezdikten sonra bir sonraki otobüsle turunuza devam edebiliyorsunuz. Ayrıca, yaygın yabancı dillerde verilen kulaklıklar ile banttan gördüğünüz yerlerle ilgili bilgi de alabiliyorsunuz. Barselona'daki bu tur otobüslerinde Türkçe seçeneğinin de olması oraya çok sayıda Türk turistin gittiğinin bir göstergesi. 29 Avro vererek sabah dokuzdan akşam dokuza, bu hizmetten yararlanabiliyorsunuz. Küçük bir farkla aynı bileti iki gün de kullanabiliyorsunuz. Ama biz sadece bir gün kullandık. 

* Barselona'nın İstiklal Caddesi La Rambla. Katalunya Meydanı’ndan Eski Limana doğru giden caddenin yarı yolunda, bizim Balık Pazarı’nı andıran bir meyve sebze pazarı var: Mercat de La Boqueria. Doğanın ve insanın her rengini görebilirsiniz bu pazarda. Çeşit çeşit meyve, et, peynir ve deniz ürünleri sergileniyor tezgahlarda. Ayaküstü atıştırabileceğiniz yerler de var ama her zaman tıklım tıklım dolu. 

* La Rambla'yı bir uçtan diğerine hakkını vererek gezmek en az bir gününüzü alır. Ana cadde boyunca enlemesine kesen sokaklara girip keşfetmek gerçekten çok eğlenceli. Her köşeden bir sürpriz çıkıyor karşınıza. Bir akşam üstü yine Gotik Mahallesi’nde dolaşırken BKM oyuncularının kalacakları otele girişlerini görmek ilginçti doğrusu. 

* Ben kıpırdamadan duran canlı heykelleri seyretmeyi pek severim doğrusu. Asla kıpırdamadan duramayacağım için saatlerce gözünü bile kırpmadan duran bu sokak sanatçılarına saygım büyüktür. Turist olarak gittiğim bir yerde turist olarak davranmaktan da hiç gocunmam. Bu canlı heykellerle fotoğraf da çektiririm. Makyajından kime benzediğini çıkartamadığım canlı heykelin Türkçe konuştuğumuzu duyunca bize Türkçe seslenmesi, benim için BKM oyuncularını görmekten daha hoş bir sürpriz oldu açıkçası. Gaudi'ymiş kendileri. Zihnimde Gaudi'nin gençlik resmi canlandığından tanıyamamıştım. Olsun, sonradan tanıştık bu Bulgar göçmeni Türk Gaudi ile...( Haydi bu son cümleyi bildiğiniz bir yabancı dile çevirmeye çalışın. Ben denedim, çok eğlenceli oluyor) 

* Dali Müzesi’ni gezmeye gideceğimiz gün, Granvia üzerindeki otelimize yakın banliyölere giden tren durağından trene bindik. Bir durak sonra Barselona Sants tren garındaydık. Gar güzel ancak asla bir Madrid Atocha Garı değil. Kullanmasanız bile Madrid'e yolunuz düştüğünde, sadece tren garını görmeye Atocha'ya gidin. Neyse, konumuza dönecek olursak tekrar; Figueres'e hızlı tren de var ve 55 dakikada gidiyor ancak standart trenlerden iki misli pahalı. Daha ucuz olan ve 1 saat 50 dakikada varan treni tercih ettik. 

* Yol boyunca bir yandan trenin penceresinden geçtiğimiz yerleri seyrederken bir yandan da bizimle yolculuk eden insanları inceleyerek zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile. 30 yaşlarına varmamış gençten bir kadın yolculuk boyunca, değişik renklerden kartonları itina ile ve boy boy kesip onları kelebek gibi katlayıp en sonunda da bir ipe dizdi. Meraktan çatladık ne yaptığını anlamak için ama sormadık da sadece fikir yürütmek ile yetindik. Bu genç kadın bir yuva öğretmeniydi, bir önceki gece Barselona'da alemlere aktığı için yapması gereken bu işi sallamış ve mecburen tren yolculuğunda yapıyordu. Bugünün işini yarına bırakırsa böyle görürdü gününü işte…

*Başka bir kız çocuğu ki onun da lise öğrencisi olduğuna karar verdik, Google'dan kopya çekerek ödevini yaptı bütün yol boyunca. O tren sarsıntısına rağmen inci gibi yazısı dikkatlerden kaçmadı ama belli ki o da Barselona'ya gönül eğlendirmeye gitmiş ve ödevini sonraya bırakmıştı. 

*Dikkatimizi çeken başka bir durum ise, bu iki kadının karşısında oturan daha yaşlı kadınlar yol boyunca değişse de hiçbiri "Çocuğum, Barselona'ya gidiyorsunuz, sabaha kadar eğleniyorsunuz güzel de… işinizi gücünüzü ihmal ediyorsunuz" demedi. Buradan çıkacak sonuç: Barselona'da kadınlar birbirini hiç umursamıyor!!! 

* Figueres'ten Barselona'ya dönerken yolda Girona'da durduk. Eski yerleşimi, tarihi mekanları nasıl gezebileceğimize dair bilgi almak için garın içinde enformasyon bürosu ararken küçük bir hediyelik eşya satan dükkan görünce, kurşun kalem almak için hemen içeri daldık. Dükkanın sahibi son derece yardım sever çıktı. Yabancı olduğumuzu anlayınca bir harita çıkartıp tarihi bölgeye nasıl gidebileceğimizi tarif etti ve mekanları tek tek işaretledi. Seyretmemiz gereken manzara duraklarını ise kirpik çizerek belirtti. Bir de dükkana giren yaşlı amcaya bizim Türk olduğumuzu ve Girona'yı gezdiğimizi söyleyince ortam iyice duygusallaştı. Nedenini bilmediğimiz bir şekilde bu yaşlı amca, iki Türk gördüğüne çok sevinmiş ve neredeyse bizi kucaklayacaktı. Ellerimizi sevgiyle sıktı. Türk olduğum için olumlu anlamda ilgi gördüğüm en son yer, yıllar önce gittiğim Bolivya'nın küçük bir köyünde yemek yediğim küçük bir lokantada ve küçük garson çocuk tarafındandı. Biraz laflayıp Türk olduğumu söylediğimde uzaylıymışım gibi muamele yapıp benimle fotoğraf bile çektirmişti. Sevgiyle karşılanmak nerede olursa olsun güzel. İşte böyle güzel ve duygusal anılarla bitirdik gezimizi. 

Yorum ya da sorularınız için: bilgi@bilgipesinde.com